24 Şubat 2009 Salı

"Tohumlara Sadakat"

Buğday derneğinin başlatmış olduğu, Atlas dergisinin de desteklediği “Tohumlara Sadakat” kampanyasından bu ayki Atlas dergisini okuduğumda haberim oldu. Dergideki yazıyı okurken, yaşamsal döngünün başlangıcı olan tohumların korunmasının ne derece önemli olduğunu daha iyi anladım.

Tohum, bana her zaman bereketi, paylaşımı ve umudu çağrıştırmıştır. Yüzyıllardır da Anadolu topraklarında, çiftçilerimiz “ kurda, kuşa, aşa” diyerek savurmuşlar tohumlarını toprağa ve tohumlar öyle bir döngüde hayat bulup, büyümüşler ki, kimsenin aklına gelmezmiş birgün tükenecekleri. Maalesef ki artık tohumlar tükenmeye başladı. Ülkemizde yüzyıllardır yeşeren bu tohumların yerini “hibrit” yani melez denen tohumlar almaya başladı ve bu tohumlar kendilerini yenileyemiyor, yani kısırlar, her sene yenilenmeleri gerekiyor. Ayrıca bunlarla yapılan üretim, tarımda kimyasalların kullanımını da gerekli kılıyormuş. Ülkemiz toprakları, çok geniş bir tarımsal biyoçeşitliliğe sahip bildiğiniz gibi ama biz en önemli ürünlerin tohumlarını bile ithal ediyormuşuz artık. Bir kaç örnek vermek gerekirse, buğday, mısır, pirinç,nohut, fasulye, ayçiçeği, patates gibi ülkemizde bol miktarda yetişen bu ürünlerin tohumlarını bile ithal ediyor olmamız ne yazık!!. Tabi ki bir çok sebepleri var bunun, çiftçilik yaşamının değişen koşulları, pazar talepleri, kalite standartları, tüketiciye ulaşmadaki zorluklar, üretim hacimleri,uluslararası ve ulusal politkalar vs. Fakat herşey bir yana bu durum ciddi bir sonun başlangıcı bence.

Atlas dergisinde, eskiden çiftçilerimizin yetiştirdiği sebze ve meyvelerden bir sonraki yıl için özenle tohumlukları ayırdıklari, nefes alan bez torbalara koyup, bir sepetin içinde uygun koşullarda saklayıp, toprakta filizlenecekleri günü bekledikleri yazıyor. Ne güzel birşey bu, yiyorsun ama yiyip tükettiğini zannettiklerin tükenmiyor, yine yeniden hayat buluyor. Tabi bunu yapacak çiftçimiz de pek kalmadı sanırım. Köylerimiz de boş, tarlalar ekilip biçilmiyor artık. Buğday derneğinin ekolojik tarımı destekleyen bir çok çalışması var, en basitinden ekolojik pazarlar var artık, haftada bir de olsa ekolojik tarım yapan çiftçi ürününü sergileyebiliyor. Bu pazarların çoğalması ve ekolojik üretimin artması da biz insanların elinde. Ne kadar desteklersek o kadar geleceğe yatırım yapmış oluruz.

Buğday derneği, “Tohumlara Sadakat” kampanyasına herkesin destek vermesini bekliyor. Daha ayrıntılı bilgiyi derneğin sitesinden edinebilirsiniz. http://www.bugday.org/ .

21 Şubat 2009 Cumartesi

Unutkanlık

Unutkanlık, özellikle son yıllarda, neredeyse her yaştan insanın şikayet ettiği bir problem haline geldi. Eskiden, belli yaşlardan sonra daha çok ortaya çıkardı fakat günümüzde herkesde bir unutkanlıkdır gidiyor. Unutkanlığın artmasına çeşitli hastalıkların sebep olduğu gibi modern hayatın getirdiği bazı durumlarda sebep olabiliyor. Örneğin, gizli bir depresyon rahatsızlığı unutkanlığa yol açarken hafızamıza kapasitesinin üstünde bilgi yüklemek de unutkanlığa yol açabiliyor. Hepimizin günlük hayatta kullandığı bir takım elektronik aletlerin de çok kullanılması durumunda bellek problemlerine sebebiyet verebileceği söyleniyor.

Dedelerimiz, büyükannelerimiz birşeyleri unutmaya başladığında hemen onlara bunamaya başladı deriz fakat bu işin pek de yaş sınırı kalmadı artık? Bir kaç senedir bende de unutkanlık başladı. O kadar sık birşeyleri unutuyorum ki, bazen başladığım bir işi başa dönüp tekrar yapıyorum, bir yere giderken tekrar eve dönüyorum her yeri yeniden kontrol ediyorum, iki saniye önce ne dediğimi unutuyorum. Bir yazı yazacağım, kafamda birgün öncesinden tasarlamışım ama ertesi gün tamamiyle unutmuşum, düşün allah düşün bulabilirsen, tabi çok kızıyorum, sinir oluyorum kendime. Sonra çevremdeki insanlarla konuşurken onlarında aynı dertten müzdarip olduklarını görüyorum ve içimden neyse sadece ben değilim, herhalde bu da çağımızın bir problemi diyorum. Şöyle ülkeme baktığımdaysa unutkanlığın bulaşıcı bir hastalık olduğuna kanaat getirdim. Çünkü herkes herşeyi unutuyor artık. Nereden başladı, ilk kimden bulaştı bize bu hastalık acaba?. Çok eskiyi bilmem, ben seksen çocuğum ve bu dönemin hızlı, anlamsız ve sanki bir boşluktaymış gibi geçtiğini düşünüyorum. Bence unutkanlık da muhtemelen seksenlerde başladı. Çünkü insanlar yepyeni şeylerle karşılaştı bu dönemde, hayatlarına yeni makineler, yeni sözcükler, yeni paralar, yeni müzikler, yeni insanlar, yeni işler, yeni sıkıntılar, yeni sorunlar, kısacası yeni bir dünya dahil oldu. İlk önce afalladı, nereye saldıracağını şaşırdı insanlar. Beynin kapasitesi alacağını aldı ve dolayısıyla da geçmiş bilgileri sorgusuz sualsiz silmeye başladı. O günlerden bu günlere de bu hastalık devam etmekte. Peki ne yapacağız? Bulmaca çözsek, briç oynasak faydası olur mu? Yada bazı uzmanlar aile ve akrabalarla vakit geçirmenin unutkanlığı azalttığını söylüyor, doğru mu? Bilemem ne kadar etkisi var ama beynimizin kapasite aşımına uğradığı kesinlikle doğru bence. Herkesin beyninin bir kapasitesi var tabi ki ama hafızayı da yeni bilgilere karşı güçlendirmek gerek biraz. Eski bilgileri unutmak yerine, yenileri için hafızamızda yeni yerler açmalıyız.

Aslında şaşılacak şey benim 80 (yaşını söylediğimi duysa beni topa tutardı herhalde!) yaşındaki babannem 5 yaşında yaşadığı en küçük olayı bile hatırlarken ben çocukluğumu zerre kadar hatırlamıyorum. Yani babannemi bıraksan günlerce anlatır, o kadar çok anlatacağı şey var ki, yaşadığı herşeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyor. Nasıl oluyor bu diye düşünüyorum ve babannemin beynine yeni bilgileri kaydetmediği, sürekli eskilerle yaşadığı sonucuna varıyorum.

Gelelim hafızamızı güçlendirmek için , bulmaca çözmek, zeka oyunları oynamak dışında başvurabileceğimiz bitkisel çözümlere;

Bir bardak kaynar suya, 10-20 g biberiye veya 3 g kekik yada 4-10 g kadar karanfil konularak, 10 dk bekletilir ve günde 2-3 bardak içilir.

Hergün kuru üzüm, fıstık içi ve biberiye yenilir.

Bir bardak suda, 15 adet badem 1,5 kaşık şekerle ezilir, süt haline getirilir, ılık halde akşamları içilir. Yemeklerden sonra bir avuç badem yenilir.

Yatmadan önce taze sıkılmış havuç suyu içilir. Ben bu yöntemi çok beğendim, yatmadan önce havuç suyu içmek hiç de fena olmaz!!

18 Şubat 2009 Çarşamba

Antioksidan

Son yıllarda sohbetlerimize (özellikle), mutfaklarımıza, sofralarımıza, kısacası hayatımıza dahil olan bir terim. Antioksidan, adından da anlaşılacağı üzere oksidan karşıtı anlamına gelmektedir. Vücudumuzda bazı maddeler, oksidan olan (serbest radikal) başka maddelerle birleşerek “oksidasyon” oluşmasına sebep olurlar. Oksidasyon “paslanma” ile aynı anlamdadır. Yani bu demek oluyor ki oksidasyon işlemi sonucunda doku, hücre ve organlarımız paslanıyor. Paslanan maddeler ne olur bilirsiniz. Bu oksidan maddeler, aldığımız besinlerin vücuttaki etkileşimleri sonucu ve bazı dış etmenlerden (çevre kirliliği, sigara, stres, aşırı yorgunluk, güneş ışınları, röntgen ışınları vb.) dolayı oluşuyorlarmış. Yani hayatımıza şöyle bir bakarsak, her türlü imkan, çare olmasına rağmen hastalıkların neden bu kadar arttığını ve yayıldığını anlayabiliriz.

Oksidasyon, hastalıklara karşı sürekli mücadele eden bağışıklık sistemimize zarar vermektedir dolayısıyla birçok hastalığa karşı direncimizi düşürmekte aynı zamanda da yaşlanmayı hızlandırmaktadır. Özellikle kanser ve kalp krizine neden olduğu bilinmektedir. Organizmamız, kendi doğal antioksidan sistemleri sayesinde oksidan maddelerle savaşını verip, kendini koruyabiliyor. Fakat bazen bu koruyucu mekanizma yetersiz kalabiliyor. İşte antioksidanlar, organizmamıza yardımcı olarak, oksidanları zararsız hale getirmektedir. Doğada pek çok besinde bol miktarda antioksidan bulunmaktadır ama piyasada bulunan ilaçların kullanımı da günden güne artmaktadır. Oysa bu tabletlerin çoğunun sağlık bakanlığından izinleri olmadığı bilinmektedir. Zaten doğal besinlerden alınan antioksidanın daha yararlı olacağına da şüphe yoktur. Sonuç olarak antioksidan maddeler daha sağlıklı bir yaşam için çok büyük önem arzetmektedir.

Yalnız antioksidan maddelerin de belli bir dozda alınması gerektiği, fazlasının da zarar verebileceği uzmanlar tarafından belirtilmektedir. Eee herşeyin fazlası zarardır diye boşuna dememişler...

Antioksidan içeren bazı önemli gıdalar;

Domates va Karpuz: Güçlü antioksidan içerirler. Meme ve prostat kanserine karşı güçlü bir önleyicidirler.
Kuru Soğan: İçerdiği antioksidan madde kanser hücrelerine karşı savaşan etkin bir maddedir.
Brokoli : Çok güçlü kanser önleyici antioksidan madde içermektedir.
Beyaz lahana: Bağısak kanseri önleyici maddeler içerdiği bilinmektedir.
Taze Beyaz Üzüm:Tüm meyveler içerisinde en güçlü antioksidan özelliği olan meyva olduğu bilinmetedir.
Karnabahar , sarımsak, kereviz, semizotu, buğday, mısır, fasulye, enginar, kuşburnu,çilek, nar, mürdüm eriği, böğürtlen, yaban mersini, kivi, ceviz, badem, fındık, kabak çekirdeği, yeşil çay, biberiye, adaçayı, zencefil, zerdeçal.......

15 Şubat 2009 Pazar

Deprem


99 depreminden sonra İstanbul'da ve tüm yurtta gerçekleşebilecek olası depremlerden bahsedilmeye başlandı. Ara ara unutuyoruz ama sağolsun medya belli aralıklarla gündeme getiriyor. Son zamanlarda da ülkemizde küçük çapta pek çok deprem oldu ve yeniden insanların hatırına geldi deprem. Bazı uzmanlar, bu küçük depremlerin büyük depremin habercisi olduğunu bazıları ise büyük depremin şiddetini azaltacağını söylüyorlar. Sonuç olarak, yurdumuzun büyük bir kesiminin deprem kuşağında olduğunu ve 20 -30 yıl içerisinde İstanbul da yani küçük Türkiye’ de şiddetli bir deprem olacağını biliyoruz. Herkes oturduğu bölgenin kaçıncı dereceden risk altında olduğunu, deprem olduğunda en güvenli yerleri, alınabilecek en basit ama önemli tedbirin deprem çantası olduğunu öğrendi. Alınabilecek diğer tedbirleri de herkes biliyor ama maalesef balık hafızalı Türk milleti depremin vehametini hele ki olası İstanbul depreminin doğuracağı sonuçları birileri gündeme getirmese aklına bile getirmiyor (o kadar çok sorun var ki hatırlanacak..). Ne devletimiz ne milletimiz kimsenin bu konuda yeterli çalışması yok.


Geçen gün tv de Ahmet Mete Işıkara (sağolsun sürekli üzerinde duruyor bu konunun ama ?? ) yurdumuzdaki çoğu devlet hastanesi, kamu binası ve okulların depreme dayanıklı yapıda olmadığını üstüne basa basa tekrar yineledi. Ayrıca bu binaların büyük bir çoğunluğunun ancak yıkılıp yeniden inşa edilerek depreme dayanıklı hale gelebileceğini de ekledi. Özellikle İstanbulda ki konutların durumu da malum. Başımıza gelmeden dank etmiyor bize maalesef. Gerçi geldi de ne oldu? Hatta depremde zarar görmüş bazı evlerin sahipleri, evlerinden çıkmak istemediler, görevlilerin depreme dayanıklılık ölçümü yapmasına da engel olmaya çalıştılar. Gerçi onlarda haklı, Zeytinburnu’ nda sağlam raporu verilen bir apartman (Huzur apt.) geçen sene çöktü. Garip gerçekten çok garip!

Bilimsel verilere göre deprem olacağı kesin, yapmamız gerekense sadece gerekli tedbirleri almak. Bu ülkenin %90 ı müslümansa eğer “ tedbir senden takdir Allah’tan” öğüdüne neden uymuyorlar ? Niye hep biz oturup uzaktan seyrediyoruz bütün olup bitenleri, aramızda konuşup, tartışıp sonra içelim neşemizi bulalım ya da kader deyip bitiriyoruz tüm tepkili konuşmalarımızı ? Bir düşünen var nasıl olsa ben neden kafa yorayım ki takıntısından ne zaman kurtulacağız? Devletin birşey yapacağı yok anlaşılan. İstanbul’da olacak bir deprem bütün ülkeyi her açıdan çok ama çok zor duruma sokacaktır. Herkes en azından kendince tedbirler almalı. Bir deprem çantası hazırlanmalı en basitinden. O an nerede oluruz bilinmez ama bu bir tedbirdir, kendimiz ve ailemiz için.

10 Şubat 2009 Salı

Doğada Bir Gün...


Arada bir doğaya, tabiat ananın kucağına kaçmak lazım, insan kendini buluyor ve ciddi anlamda rahatlıyor. Çok değil 3-4 saatlik yağmur altında bir orman yürüyüşüydü ama muhteşemdi. Toprağın kokusu, yağmurun sesi, topraktan süzülen suların sesi, küçük bir kuşun sesi, köpeklerin sesi, sis ve yağmurdan dumanlı görünen dağlar, binbir çeşit renk, ağaç dallarının ve çiçeklerin üstünde yerçekimine direnen yağmur damlaları ... çok huzur vericiydi, insan kendini hiç hissetmediği kadar doğal hissediyor.




Uzun bir yürüyüşün ardından mola verdiğimiz kulübede yanan odun sobasının sıcaklığı, kokusu ve üzerinde demlenen çayın tadı öyle hoş, öyle güzeldi ki, unutmuşuz bu kokuları, bu tatları... Ben köpeklerden çok korkarım aslında ama mola verdiğimiz kulübenin köpeğinden nedense hiç korkmadım, hatta ona sarılmak geldi içimden.



İkinci mola verdiğimiz mekan ise yüksekçe bir yerdeydi ve sis iyiden iyiye bastırmıştı. Pencereden bakınca insana, havada uçuyormuş hissi veriyordu. Kuzine bir soba başında oturduk, ıslanan kıyafetlerimizi kuruttuk ve o an sobanın görüntüsü o kadar iyi geldi ki bize.. onca yorgunluğa rağmen, kuzinesine atılan patateslerin lezzetini, üstünde yapılan kestaneleri ve pişen güveçleri konuşmaya başladık, iştahlı iştahlı!! Sıcacık çay, güleryüzlü insanlar, herkes yorgun ama mutlu..


Derin derin nefes aldım.. çektim içime güzelim havayı, bütün gördüklerimi beynimin albümüne yerleştirdim ve aklım oaralarda döndüm buralara....


9 Şubat 2009 Pazartesi

Şef Seattle 'ın Mektubu


Doğanın kendi içinde bir döngüsü, bir rutini var zaten. Neden insanoğlu doğanın bu döngüsünü bozup da kendine uydurmaya çalışıyor? Biz neyiz ki yani, doğa olmasa biz yaşayabilecek miyiz? Hafta sonu Yeni Yüksektepe Felsefe derneğinin düzenlemiş olduğu doğa yürüyüşüne katıldık. Giderken dernek yetkilileri çok güzel bir yazı okudular bize. Bu yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bir kızılderilinin yıllar önce bir beyaz adama doğayı, doğanın önemini ve bizim doğanın bir parçası olduğumuzu çok güzel anlattığı bir mektup.


1854 yılında A.B.D. Başkanı, yazdığı bir mektupla Amerika'ya gelen beyaz göçmenlere toprak bulmak amacıyla Kızılderililerden toprak istemiş ve bu isteği kabul edilecek olursa, kızılderililere rahatlıkla yasayabilecekleri bir bölgenin ayrılacağını bildirmiştir. Topraklarının büyük bir bölümü zaten beyazlar tarafından zorla ellerinden alınmış olan Kızılderili Reisi Seatle, bir söyleviyle A.B.D. Başkanına yanıt vermiş ve bu yanıt mektup olarak A.B.D. başkanına gönderilmiştir.

Mektubun aslı Amerika, Seatle, Squamish Müzesinde korunmaktadır.

Şef Seattle'ın mektubu :

Yüzyıllardır halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir.
Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir.
Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir.
Şef Seattle her ne söylerse, Washington'daki büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir.
Washington'daki büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Merak ediyoruz ki gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç.
Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu.

Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır.

Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.
Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü Kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır.

Washington'daki Büyük Beyaz Reis bizden toprak almak istediğini yazıyor. Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur. Büyük Beyaz Reis, bize rahat yaşayacağımız bir yerin ayrılacağını, bize babalık edeceğini, biz Kızılderililerin ise onun çocukları olacağımızı söylüyor. Bu önerinizi düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim.Çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır. Nehirlerin ve ırmakların suyu, bizim için sadece akıp giden su değildir; atalarımızın kanıdır aynı zamanda.

Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek.

Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize ?

Biliyorum beyaz adam bizim gibi düşünmez. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur.

Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istediğini alınca başka serüvenlere atılır. Beyaz adam annesi olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.

Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların, ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamın ne değeri olur ? Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum.
Biz Kızılderililer, bir su birikintisinin yüzünü yalayan rüzgarın sesini ve kokusunu severiz. Çam ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hava önemlidir bizim için. Ağaçlar, hayvanlar ve insanlar aynı havayı koklar. Beyaz adam için bunun da önemi yoktur. Ancak size bu toprakları satacak olursak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir. Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir. Hem nasıl kutsal olmasın ki hava ? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı ?

Toprak satmamız için yaptığınız öneriyi inceleyeceğiz. Eğer önerinizi kabul edecek olursak, bizim de bir koşulumuz var: Beyaz adam bu topraklar üzerinde yaşayan bütün canlılara saygı göstersin. Ben bir vahşiyim ve başka türlü düşünemiyorum. Yaylalarda cesetleri kokan binlerce buffalo gördüm. Beyaz adam trenle geçerken vurup öldürüyor bu hayvanları sadece eğlenmek için. Dumanlar püskürten bu demir atın bir buffalodan daha değerli olduğuna aklım ermiyor. Biz sadece yaşayabilmek için avlardık buffalo'ları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır.

Şu gerçeği iyi biliyoruz:

Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki herşey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var:

Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu fark edecektir. Siz tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz ama hepimizi yaratan Tanrı için Kızılderili ile beyazın farkı yoktur. Ve Kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır.

Beyaz adamı bu topraklara getiren ve Kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı Buffalo'ların öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi.

Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz.


Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şef'in vaadettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız. Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, birkaç kış daha geçecek. Bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tutacaklar. Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki? Tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor. Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez.

Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek; son Kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları Beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesetleriyle kaynaşacak.

Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkanda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen işsiz bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir
zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir. Ölü mü dedim?
Ölüm diye bir şey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan..!

6 Şubat 2009 Cuma

Güzel Olmak 2

Cildimizi temizledik, şimdi de nemlendirelim;

Kış aylarında benim cildim, özellikle ellerim çok kurur ve bazen güçlü nemlendiriciler bile fayda etmez. Onun için çok kolay malzemelerden hazırlanabilecek bazı bitkisel kürler de kullanırım.

Yarım çay bardağı limon suyuyla, bir çay bardağı kadar vazelin ve bir çorba kaşığı kadar da gliserini karıştırıp, krem haline getirerek ellerinize sürebilirsiniz.

3 çay bardağı gül suyuna, 1 çay bardağı vazelin koyup karıştırın. Bu karışımı haftada 2-3 kez ellerinize hatta dudaklarınıza da sürebilirsiniz.

Gül yağı ile bir miktar badem yağını karıştırıp ellerinize ve vücudunuza sürebilirsiniz.

1 elmayı ezip, bir miktar zeytinyağıyla karıştırıp, krem kıvamına getirin. Yüzünüze sürüp on dakika beklettikten sonra yıkayın.

Kayısı yağı da çok iyi bir nemlendiricidir. Eğer cildiniz çok kuru ise hergün bir defa, eğer çok kuru değilse haftada bir kez kayısı yağı sürebilirsiniz.
Kayısı yağı, A vitamini içerdiğinden dolayı cildinize canlılık ve parlaklık kazandırır ayrıca yaşlanmadan kaynaklanan kırışıklıkları da azaltıcı etkisi olduğu bilinmektedir.

Önemli bir hatırlatma: Özellikle yağların organik olanlarını tercih ediniz.

5 Şubat 2009 Perşembe

Güzel Olmak..

Güzellik; bazen çok para ve zaman harcanarak, bazende sadece su, sabun ve içten bir gülümsemeyle dünyaya kattığımız ışıltıdır. Tabi ki her insanın güzellik anlayışı farklıdır. Bence güzelliğin fazları vardır, her zaman aynı güzelliği yakalayabilmek mümkün değil ki. Aynaya bakıp da bugün kendimi çok çirkin hissediyorum dediğim çok olmuştur. Mutsuz olduğumuz zamanlarda da kendimizi bir türlü güzel hissedemeyiz. Dolayısıyla güzel olmak, temel olarak bedenen ve ruhen sağlıklı olmakla bunun yanı sırada bakımlı olmakla mümkündür.

Bedenen sağlıklı olmak sağlıklı beslenmek, egzersiz yapmak ve temizlik ile sağlanabilir. Herkesin sağlıklı beslenmek adına kendince yaptığı birşeyler vardır. Burada şu yararlı bu zararlı demeyeceğim ama kendimize bakmak, hem bu günleri sağlıklı geçirmek hem de gelecek günlere can bırakmak zorundayız. Ruhen güzellik ise doğuştan gelen özellikler yanında insanın kendini tanıması, sonrada tüm evreni anlamasıyla olur diye düşünüyorum. Bu ikisi bir arada olursa da gerçek güzellik budur işte.

Şimdilerde, gençler arasında ünlü olmuş birkaç insan güzellik için ölçüt seçilmiş, herkes onlara benzemek için uğraşıp duruyor. Eskiden de böyleydi belki, Türkan Şoray’ a, Sophia Loren’e benzemek isteyen bir sürü kişi vardır eminim ama şimdi birilerine benzemek daha kolay oldu galiba. Kısa bir süre yaptığım öğretmenlik sırasında bunu daha iyi gözlemledim. Hatta bir öğrencim yanıma gelip “hocam ben güzelmiyim” diye sormuştu. Sonra ne gariptir ki çok defa hepiniz çok güzelsiniz diye telkinde bulunma ihtiyacı hissetmiştim. Onlarda bu yaşları geçip hayata atılınca herhalde anlarlar diye umut ediyorum. Belki de o yaşın vermiş olduğu bir endişedir bu. Yine de canımı sıkıyor, sokakta herkes aynı tip, ne bileyim komik geliyor bana.

Gelelim bakımlı olmak kısmına. Son zamanlarda doğal güzellik reçeteleri çok konuşulur oldu. Evde yapılabilenlerin yanında doğal ürünler üretip satan kişiler o kadar çoğaldı ki, artık takip etmek bile güçleşti. Eskiden pahalı kozmetikler yoktu, peki kadınlar ne yapıyorlardı?? Öyle ya biz kadınlar için her an güzel görünmek erkeklere oranla daha önemlidir. Binlerce yıl önce de öyledir mutlaka. Örneğin, Afrodit, Kleopatra ya da büyükannelerimiz ne yapıyorlardı acaba??? Kleopatra aklımda hep at sütü banyosu yapan kadın olarak kalmıştır. Büyükannemin de kil ile bir karışım yaptığını duymuştum ama maalesef karışımı tam olarak hatırlayan kimse yok.

Bizi ambalaj gibi saran cildimizin sağlığı, dolayısıyla güzelliği, temizliğe, doğru beslenmeye ve kafi derecede su içmeye bağlıdır. İlk bakışta göze çarpan uzuvlarımız da yüzümüz ve ellerimizdir. Ellerimizin temizliğini gün içerisinde su ve sabunla yapıyoruz. Günlük yüz temizliğimiz de yine su ve sabunla yapılabilir. Fakat bütün gün bulunduğumuz ortamları düşünürsek, yüzümüzün daha iyi bir temizliğe ihtiyacı olduğunu anlarız. Ellerimizi gün içinde çok defa yıkama şansımız oluyor fakat yüzümüzü ancak eve geldiğimizde yıkayabiliriz çoğunlukla. Genellikle kadınlar yüz temizliği için hazır satılan yüz temizleme losyonlarını ya da maskelerini kullanır. Fakat evimizde de pekala yapabileceğimiz maske ve losyonlar mevcuttur. İşte size bir kaç örnek. (Fakat sorunlu ciltlere sahip olan kişiler ilk önce mutlaka bir doktora başvurmalıdır.)

Losyon: 1 kaşık biberiye, 2 kaşık kuru papatya çiçeğini ve 4 bardak su 15 dk kaynatın. Daha sonra soğutup ve süzün. Kalan suyla da yüzünüzü yıkayın. Biberiye cildinizdeki mikropların ölmesine, papatya ise cildinizin parlaklık ve canlılık kazanmasına yardımcı olacaktır.
Ben bazen maden suyu kullanırım cildimi temizlemek için. Bir pamuğa biraz maden suyu döküp yüzümü pamukla silerim.

Yağlı ciltler için maske; 2 adet limonun kabuklarını soyun, kabukları bir kaba koyun üzerine bir kaç damla limon damlatın, yarım çay bardağı su ilave edin. 5 dk bekledikten sonra robotton geçirin ve ya havanda dövün. Bir pamuk yardımıyla yüzünüze sürün. 5 dk kadar beklettikten sonra, ılık suyla yıkayıp, temiz bir havluyla kurulayın. Yalnız bu maskeyi yaptıktan sonra iki saat kadar güneşe çıkmayın.
Yine bir kaşık bal, bir kaşık limon suyu ve kıvamı bozmayacak miktarda sütü karıştırıp, yüzünüze ve boynunuza sürebilir, 5-10 dk bekledikten sonra da bir pamuk yardımıyla temizleyebilirsiniz.


Kuru ciltler için; Bir kaç marul yaprağını kaynar suya batırıp 2 dk bekletip soğuttuktan sonra yüzünüze uygulayın. 20 dk bekledikten sonra ılık su ile yıkayıp, kurulayın.


Karma ciltler için; 1 portakal kabuğu rendesi, 1 limon kabuğu rendesi, 3 damla limon suyu, 1 yumurta sarısı ve 1 çay kaşığı tuzsuz tereyağını bir güzel karıştırıp, krem haline getirin. Ağzı kapalı bir kapta 1 saat beklettikten sonra yüzünüze sürün. 20 dk bekletildikten sonra, ılık su ile yıkayın.

Normal ciltler için; İki kaşık yoğurt ve bir kaşık balı karıştırıp, yüzünüze sürün. 15-20 dk bekledikten sonra önce ılık, sonra soğuk su ile yıkayın.

4 Şubat 2009 Çarşamba

Köpek Balığı Aranıyor!!!


Geçenlerde haberlerde, balıkçıların denizde büyük bir köpek balığı yakalamaları ve onu karaya nasıl çektikleri ile alakalı bir haber vardı. Öyle sinir olmuştum ki, neden işkence ediyorlar, bıraksalarda gitse diyordum ama maalesef bırakmadılar, inatla çektiler karaya. Meğer dünyanın en büyük ikinci balığıymış, az rastlanan bir türmüş ve koruma altındaymış. Her türlü avcılığıda yasakmış. Avlanması ve yurt dışına çıkarılması özel izne bağlıymış. Fakat şu an kocaman 8 metrelik köpek balığı kayıp. Herkes bir birinin üzerine atıyor, zavallı balığa ne olduğu bilinmiyor. Tutan balıkçılar Ayvalık’a gönderdik, ordakiler de yurt dışına ihraç ettiler diyormuş, Ayvalıktakiler ise yurt dışındakilerin taze balık sınıfına girmediği için balığın kabul edilmediğini ve bu nedenle geri gönderildiğini söylüyorlarmış. Yani bu demek oluyor ki, balık arada bir yerde canlandı, kurtuldu balıkçılardan ve kendini denize attı . Bana kalırsa, bizim balıkçılar talihsiz köpek balığını, sessiz bir cenaze töreniyle gömmüş olabilirler. Ne dersiniz??

Zaten balıkçılar yanlış avlanma yaptıkları için çoğu balığın nesli tükenmek üzere. Hiçbir yetkili yok ki bunu denetlesin, hangi biri denetlensin diyeceksiniz. Hepsi denetlensin, caydırıcı cezalar gelsin. Balıkçılar eğitilsin. İlla ki bir çaresi vardır ve bu konunun uzmanları çareleri de biliyorlardır ama biz türk milleti olarak vah vah tüh tüh demeyi çok severiz ne yazık.

3 Şubat 2009 Salı

Stres ve Depresyon

Zaman ne kadar çabuk geçiyor son on beş yılda herşey o kadar çabuk şekil değiştirdi ki şöyle adam akıllı düşününce insan vay anasını diyor. Nerdeydik nerelere geldik şarkısını söyletiyor bu değişimler insana... ama asıl sorun nereye gidiyoruz galiba.
Herşey bu kadar hızlı ilerlerken bu bilgisayar çağında, insanlarda bir bilgisayar gibi kendilerine yüklenen yazılımın içeriğine göre hareket ediyorlar sanki, yanlış bir tuşa basınca uyarı geliyor eğer birkaç kez tekrarlanırsa da sistem kitleniyor. Çok hızlı yaşıyoruz çok! çoğumuzun düşünmeye bile vakti yok. Dedim ya otomatiğe bağlamış gidiyoruz ama bunun sonu galiba pisikopata bağlamak ona göre!!!

Stres için hep çağımızın en yaygın, en büyük sorunlarından biri denilir. Neden çağımızın? Eskiden insanlar hiç mi stres olmuyorlardı acaba. Nasıl yaşıyorlardı? Büyüklerimizden dinlediğimiz kadarıyla, zor ama mutlu sonucuna varıyoruz. Sıcak da diyebiliriz. Bana göre de, eskiden yaşanılan alan çok genişti, yani eskilerin yeri genişti, etrafları ağaçlar, çiçekler, hayvanlarla doluydu, şimdi ise yerimiz o kadar darki, bırak hayvanı, çiçeği kendimiz bile zor sığıyoruz. Hani küçük çocukların bir koltuğu paylaşamama durumu vardır ya, itişir kakışırlar koltukta, aynen o durumdayız. Yerimiz daraldı, çok daraldı! Hepimiz kaçıp gitmek istiyoruz, şöyle geniş ferah yerlere.

Anaokulu yaşındaki küçük çocuklar ,hatta daha küçük çocuklar bile stresli. Nasıl olmasınlar ki! Çocuklar artık sokakta oyunlar oynayamıyorlar. Çoğu çocuk sokakta oyun oynamayı bilmiyor, bazıları sokakları, kağıt mendil sattıkları, araba camı temizledikleri ya da dilendikleri yer olarak, bazıları ise evlerinin önündeki park, alışveriş merkezlerine giderken geçtikleri yollar olarak biliyor. Masumca pencerenin arkasından sokağı seyrediyorlar, o da anneleri izin verirse. Anne babalar ne yapsın, pencereden dışarıyı seyretmek, hatta pencereye yakın bir yerlerde durmak bile tehlikeli olabiliyor bazen. Bir maganda kurşununa hedef olmamak gibi bir garantiniz yok maalesef. Ne hale getirdik yaşadığımız yeryüzünü.

Nedir bu stres? Hayatımız kolaylaşırken zorlaşıyor galiba. Büyükşehirlerde, özellikle de İstanbul’da yaşamın her saniyesi stres olabiliyor maalesef. Hafta sonu yaptığımız küçük bir gezi bile kabusa dönüşebiliyor. Çoluk çocuk koşturuyoruz bu şehirde. Koşturmayanlarında stresi az değil hani. Peki ne yapabiliriz?? İlk şunu söyleyeyim, stresden kurtuluşumuz yok. Hafifletebiliriz ya da daha az stres olmaya gayret edebiliriz. Kanaatkar olmayı bilmemiz lazım öncelikle. Hayatın bizi yaşamasına izin vermemeliyiz, biz hayatı yaşayıp, her saniyesinden faydalanmaya çalışmalıyız. Eğer mümkünse yaşam koşullarımızı değiştirebiliriz, belki kaldıramayacağımız yükler almışızdır üstümüze. Spor yapmak (illa spor salonu değil tabiki), bir hobi edinmek, kitap okumak, müzik dinlemek, yazı yazmak, ..vs mutlaka ki işe yarayacaktır.

Peki stresi azaltmak, biraz olsun rahatlamak için kullanabilceğimiz bitkisel çözümler var mı? Elbette var. Dedim ya doğada herşey var. Bu bitkiler rahatlatıcı özelliği kanıtlanmış bitkilerdir. Örneğin Melissa (oğul otu), rahatlatıcı özelliği yanında başka diğer bir çok rahatsızlığa iyi gelmektedir. Fakat her rahatsızlık için farklı kullanım şekli tavsiye edilmiştir. Bir de bir uyarı yapmalıyım mide ülseri ve iltihabı olan kişilerin çok dikkatli kullanmaları gerekmektedir. Aktarlardan bulabileceğimiz Melissa bitkisinden çay yapılabilir fakat günde bir bardaktan fazla içilmemelidir. Yine aktarlardan temin edebileceğimiz papatya, rezene, anason ve çok az miktar olmak kaydıyla lavanta bitkilerinin strese iyi geldiği bilinmektedir. Bu bitkilerin de çayı yapılabilir.

Gelelim çağımızın yaygın hastalıklarından biri olan depresyona. Depresyon için kullanılabilecek bitkisel kürler elbette var. Fakat gerçekten günlük hayatımızı çok fazla etkileyecek şekilde bir rahatsızlık duyuyorsak, mutlaka bir hekime başvurmalıyız. Depresyon aslında bir hastalıktır fakat günümüzde hala bir hastalık olarak algılanmamaktadır. Çoğu insan depresyon yaşadığında doktora başvurmaktan çekinir. Oysa ki depresyon tedavi edilmezse bütün hayatımızı etkileyecek; dolayısıyla da toplumu etkileyecek bir rahatsızlıktır. Hasta bireyler demek, hasta bir toplum demektir. Bu nedenle de mutlaka tedavi edilmelidir.

Tedavi için kullanılan birçok antidepresan ilaç mevcuttur. Fakat bildiğiniz gibi çoğu ilacın bir takım yan etkileri de vardır. Bu tip ilaçlar mutlaka ki doktor tavsiyesi ile kullanılmalıdır.

Bilinen en iyi depresyon önleyici bitki sarı kantarondur. İki kaşık kurutulmuş sarı kantaron bir bardak kaynamış suda 10 dk demlenip içilebilir.

Depresyon tedavisine yardımcı olabilecek ve bilinen bir yan etkisi bulunmayan bitkisel kürler de mevcuttur. Bu kürler, araştırmacıların uzun çalışmalarından sonra ortaya çıkarılmıştır. En önemlilerinden bir tanesi de ıspanaktır. Ispanağın ruhi çöküntüye yani depresyona iyi geldiği bilinmektedir.

Yine aktarlardan temin edebileceğimiz yasemin yağı da rahatlatıcı özelliğinden dolayı depresyon tedavisine yardımcı olacaktır. Cilde masaj yaparak veya banyo suyuna damlatılarak yararlanılabilir.

Bir de doğada binbir çeşit taş var. Onlarında bir takım küçük sıkıntılara, hatta günlük hayatımıza etkilerinin olduğuna kesinlikle inanıyorum. Özellikle stresli, sıkıntılı zamanlarımda “ametist” taşının faydasını görüyorum.

Sonuç olarak, bunca hengamenin içinde yüzümüzü biraz olsun doğaya, denize, kuşlara, çiçeklere.... döndürelim. Biz koşturup duruken bakalım onlar ne yapıyorlar?

Önemli bir hatırlatma: Bitkilerle ilgili verilen bilgilerin tümü tavsiye niteliğindedir. Rahatsızlıklar yaşandığında mutlaka doktora başvurulmalıdır.

2 Şubat 2009 Pazartesi

Hayat Kaynağımız "Su"

Dünkü yoğun bakımdan sonra bugün çok daha iyiyim. Aklımdakileri de bir an evvel yazıya dökmek istiyorum.

İlk önce hayat kaynağımız olan “su “ dan bahsetmek istiyorum.

Suyun mucizevi bir içecek olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Su hayattır, sağlıktır. Vücudumuzun ihtiyacı olan oksijeni bir tek havadan değil sudan da almaktayız. Su, kanımızın daha rahat akmasını, kalbimizin rahat çalışmasını,
vücut ısımızın dengede kalmasını, cildimizin sağlıklı olmasını ve organizmamızın bütünüyle temizlenmesini sağlar. Uzmanlar, eğer sağlıklı ve güzel olmak istiyorsak günde en az 1.5 litre su içmemiz gerektiğini söyler. Fakat bazı insanlar çok fazla su içerken bazı insanlar çok daha az su içerler. Onun için su içmeyi bir nevi alışkanlık haline getirmek gerekir. Az ve sık olacak şekilde içmek özellikle az su içen insanlar için daha kolay olacaktır. Bir defada çok su içmek de çeşitli böbrek rahatsızlıklarına sebep olabilir. Onun için az ve sık içmek idealdir. Yemeklerden hemen önce ya da hemen sonra su içmenin de iyi olmadığı söylenir. Ben şahsım adına çok su içerim, gece bile belki 4-5 kez su içmek için kalktığım olur. Şeker hastası da değilim. Çok fazlasıda zarar elbette ama çok sık susuzluk hissettiğime göre de mutlaka vücudumun ihtiyacı var demektir.

Özellikle sabah kalktığımızda bir bardak su içmek, tüm organizmamızı temizler ve vücudumuzdaki toksinleri atmamıza yardımcı olur. Aynı şekilde yatmadan önce içeceğimiz bir bardak suda inanılmaz faydalıdır. Önemli bir nokta da susuzluğumuzu yalnızca su ile gidermektir. Bazı insanlar su yerine çay, meyve suyu vs gibi içecekleri tercih eder. Fakat bu çok yanlış bir uygulamadır. Vücudumuzun susuzluğu yalnız ve yalnız su ile giderilebilir.

Hatırlarmısınız eskiden çoğu mahallede bir çeşme vardı ( hala var ama ...), avucumuzu musluğun altına tutar kana kana su içerdik. Ne zevkliydi suyu o şekilde içmek. Şimdi o çeşmelerin neredeyse hepsi kurudu, kurumayanlarında suyu içilemiyor maalesef. Haa!! evimizin musluğundan akan suyu da içebilirdik biz eskiden. Artık ne avcumuzu açıp içebileceğimiz ne de musluğu açıp bardağa su doldurup içebileceğimiz suyumuz yok!!!
Yakında belki de hiç suyumuz olmayacak. Göllerimiz, nehirlerimiz, su kaynaklarımız tükeniyor, çoğu kurudu, kalanlarda yavaş yavaş kuruyor.

Maalesef daha rahat yaşayabilmek ( daha rahatsız mı desek ???) adına hayatın temel kaynağı olan hava ve suyu yok ediyoruz. Daha doğrusu tüm doğayı yok ediyoruz. Hava, su dolayısıyla diğer tüm canlılarıda... Hemde öyle acımasızca ve hoyratça yapıyoruz ki kimse ama kimse karşı duramıyor. Evet çoğumuz bilincindeyiz ama hepimizinde bu yok oluşa bir katkısı var ne yazıkki..
İnsanoğlu kadar zararlı başka bir yaratık yok herhalde. Doğa için savaşan dernekler, gruplar, çeşitli oluşumlar var ama yine de yetmiyor katliama dur demeye. Zaten artık bazı şeyleri düzeltmek için çok geç. Küresel ısınma, hava kirliliği, susuzluk tehlikesi, krizler, savaşlar, acılar,yoksulluk, bir yanda aşırı refah....hırs, güç, para....acımasızlık,canilik....şiddet....çok bunaldığımda soruyorum kendime iyilik ve güven kaldı mı bu dünyada????

1 Şubat 2009 Pazar

Soğuk Algınlığı

Çoktandır grip olmamıştım. Dün gece başlayan belirtilerle beraber bugün iyice hissettirdi kendini. Eşim sağolsun hemen ıhlamur, elma kabuğu, karanfil ve baldan oluşan bir çay yaptı bana. Şimdi sıcak sıcak onu içicem ve hemen tesirini göstericeğine de eminim. (İki bardak su içerisine bir tutam ıhlamur, bir kaç tane karanfil ve elma kabuğu ekleyip kaynatıyorsunuz, 5 dk kaynattıktan sonra bir kaşık bal ilave edip içiyorsunuz.) Annem de elma kabuğu, ıhlamur, ayva kabuğu ve baldan oluşan bir karışım yapar, limon sıkar içirirdi bize, acayip de iyi gelirdi. Zaten eskiden kış oldumu, akşam sabah ıhlamur içerdik. Sobanın üzerinde ıhlamurun demliği hiç eksik olmazdı. Ne kadar da güzel kokardı. Şimdi nedense bir türlü aynı kokuyu alamıyorum ve çevremdeki insanlar da benimle aynı fikirde.
Bol bol c vitmini almak da vücudun direnci açısından çok gerekli. Hastalık, belirtilerini hafif hafif göstermeye başladığında, sıcak bir bardak suyun içine yarım limonu sıkıp içmek de tavsiye edilir.
Özellikle de, sevdiklerinizin ya da eğer yalnızsanız kendinizin güç bela yapacağı sıcacık bir çorbanın da herşeye değeceğini hatırlatmak isterim.
Amman dikkat edin kendinize...

Merhaba...

Doğanın iyileştirici ve güzelleştirici gücünü keşfetme çabası hiç bitmedi bitmeyecek de. Eskiden kocakarı ilacı dedikleri, şimdilerde bitkisel reçete, kür diye tabir ettiğimiz ,doğanın bize sunduğu mucizelerden yararlanmak hepimizin hakkı. Doğada elbette herşeyin çaresi var. Fakat iyileştirici ve güzelleştirici özelliklerinin kanıtlanmış ve doğru kullanım şekillerinin belirlenmiş olması gerekiyor ki çare olabilsinler.

Çoğumuzun günlük hayatta küçük sıkıntılarımızı gidermek adına kullandığı bir takım bitkisel reçeteler vardır. Bunlar büyüklerimizden duyduğumuz, çevremizden ya da iletişim araçlarından öğrendiğimiz kolay reçetelerdir. Örneğin, nezle,grip, baş ağrısı, mide ağrısı, yorgunluk, depresyon, kabızlık gibi rahatsızlıklarda kullanılabilecek bitkilerle ilgili kulak aşinalığımız olmuştur. Fakat bazen geçmeyen, sürekli tekrar eden küçük rahatsızlıklar ciddi hastalıkların habercisi olabilir. Eğer rahatsızlıklar sürekli tekrar ediyorsa mutlaka bir doktora başvurulmalıdır.


Ben doğada bulunan bitkilerin çeşitli rahatsızlıklara iyi geldiğine, kişisel bakım için kulanılabilirliğine inanıyor ve uyguluyorum. Hem elimdeki kaynaklardan hem de ailemdeki ve çevremdeki büyüklerin bana aktardıklarından ,öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istedim.